Herşeyin göreceli olduğunu anlayamayacak kadar kafan güzel yaşıyorsun! Aslında insanları çarpan şey dünya. Belki de bir iki kadeh içince normale dönüyorsun. Mutlu oluyorsun bazen. Hatta o kadar mutlu oluyorsun ki içindeki korku imparatorluğunu yendiğin zaman kendinsin. Kastettiğim, korkmamak değil kendini bulmak! Korkunun ardından çıkan sen, gerçek sensin.
Mavi ya da kırmızı hapı seçme meselesi.
Uyandıramazsak zaten göremezsin gerçekleri. Denizde yaşayan balıksın, hatta belki denizde bile değilsin evdeki akvaryumun camını öptüğün günleri nasıl da unuttun? Bunun havuzu var, denizi var, okyanusu var… Bir de okyanusun dışı var! Belki tabakta mezelerin yanında ölü yatacak ve hiç bilmediğin hatta bilemeyeceğin bir yerde birinin midesine olan sevimsiz yolculuğun içine ilerliyorsun her nefesinde. Şu andan bahsediyorum, hani içindeki sesin sana okuduğu yazımı okuduğun andan! O içindeki sesi susturmayı hiç denedin mi? Korkuyla büyütüldüğün dünya belki de sensin! Habersizce dalgaların arasında boğuşmana gerek yoktu belki de ama hiç düşünmedin. (Yazdığım en somut yazılardan biri oldu bu ve asla tarzım değil.) Hiçbirimizin ait olmadığı, hiç birimizin bile aslında var olmadığı gerçeği söylemeye gerek yok. Daha da somutsal konuşmak gerekirse, DNA’nın, nerden geldiğini bilmediğimiz bir yerden kendine has ama ne olduğunu anlamadığımız hedefine giden yolculuğunu sürdüğu insan makinelerinin içindeki konuklarıyız. Sıkılma diye nesillerden nesillere aktarılan “insanlık” kriterleri… Belki bir lisan, belki de bilim ya da din. Bu konukevinde oyalanacağın şeylerin temelleri bunlar. Bunlarla oyalanacağın için anlam veremeyeceksin çoğu şeye, ya taraf seçip birini savunacaksın ya da ortada kalıp seyirci olacaksın. Oyalanacaksın. Sana bir isim vermişlerdi onunla anılacaksın. İyi veya kötü dedikleri işler yapacaksın, yargılanacaksın, olaya öyle kaptıracaksın ki tek gerçeğin onlar olacak.
Hey! Yazıyı okuyan ses; sen aslında o değilsin. Küçükken öğretilen lisan mısın sen?! Türkçe misin bu yaıda? Algı yeteneğin ne? Duygulu üç satır bildiğin kelime seni ağlatabilirken bilmediğin birşey yazsam, hatta okuyamasan bile, tepkisiz kalan sen değil misin?! Kelimelerle etkilemek veya etkilenmek ikisi de samimiyetsiz. Dinlediğin seslerdeki tüylerinin diken diken olması veya başka bir dokunuş tüylerini ürperten, birinin ağlama sesi, kapı vurulur aniden, kurtların uğultusunun sana verdiği huzursuzluk ya da sözsüz bir müziktir gerçek duygular. Şu an sakinim, sesim pürüzsüz ve vurgular olması gereken yerde. Sonuçta iki misafirin temel anlaşma şekillerinden biriydi olanlar. Öyle korkutmuşlar ki küçüklükten, içinde bulunduğumuz labirentin her köşesini birileri kapmış, madem çıkış yok takılırım kendi kafama göre modunda hepsi.
Yalan dünya.
Belki de yalan olan dünya değil, söylenenlerdir. Dünya diye isim veren de onlar. İçindeki sesin ötesine geçmek lazım, zor değil. Kabullenmek diye birşey icat etmişler. Sanki kabul etmesen de yok, veya var her neyse. Yalnız dediğin zamanlarda yalnız olduğunu nereden çıkarttın? Yalnızlık diye birşey yok, asosyallik diyelim ona. Herkes kendi tecrübesine göre seçimler yapmış, köşesinde takılıyor. Sırf sıkıntıdan diğer insanları oyalayanlar bile var. Hikaye sana ait, labirenti keşfetmek de senin. Bazısı çıkış yok der. Tecrübelerimize bakarsak onu diyenin senden daha detaylı düşünebildiği ne malum? İnsanlara dünya dersi yerine beyin özgürlüğü diye birşey öğretseler daha iyi. Bunu düşünen sivri zekalıların unutmadığı diğer ayrıntılar yüzünden böyle birşey yok. Çünkü mevcut sistemin dışına çıkabilen beyinlerin kaldırabileceği bir sorumluluk bu. Bazılarına deli derler, sanki kendileri çok normalmiş gibi, zaten normal ne demekse. Olağan şeyler normal demek. Olağan olmayanlar sistemi bozanlar. Dünyayı tek bir sistem olarak görürsek, insanlar dünya üzerindeki anormallerdir.
Mavi oda kapanmak üzere, başka zaman bu kadar somut olmamak dileğiyle.